Mustafa Balcı
Tiran’da Türk olmak çok farklı hisleri bir arada ve aynı anda yaşamayı beraberinde getirir zaman zaman. Meselâ yalnız başına gezerken hiç alakasız bir anda bir insan size selâm verebilir, bir alış veriş sırasında işaretlerle derdinizi anlatmaya çalıştığınızda “Turk?” Sorusuyla karşılaşmanız çok sıradan işlerdendir.
Bu “Turk?” sorusunun “evet” cevabını müteakiben, bazısı “benim dedem müftüydü”, “benim ninemin babası hocaydı” gibi yakın tarihimizde bazı mühim zevatın ağzından zikredilmiş sözleri tedai ettiren cümleleri hatırlatan sözlerle konuşmayı değişik mecralara götürebilirken, bir başka ortamda, “benim babam Türkiye’de okumuş”, “amcalarım Manisa’da”, “İzmir’de akrabalarım var” gibi, muhatabınızın meşrep, mezhep ve niyetine göre değişen, yarı Türkçe yarı İngilizce, azbuçuk Arnavutça, hatta nadiren Arapça ve umumen pandomim şeklinde bol seyircili, bol meraklılı bir karşılıklı konuşma, hatta küçük çaplı bir ortaoyunu yaşamanız mümkün olabilmektedir.
Yakın tarihimizde zikredilen “benim dedem müftüydü” türünden sözlerin sarf saikiyle Arnavutlarınkini birleştirmek mümkün olamaz şüphesiz. Arnavutlardaki bu ruh hâlinin altında küllendirilmiş bir kimliğin köklerini arama, keşfetme temayülü olmalı diye düşünüyorum. İşte bu temayül, batılılar ve bazı kesimler tarafından inşa edilmeye çalışılan İslâm’dan arındırılmış(!) bir Arnavut kimliğinin önündeki en büyük engeldir. Türklere karşı çok fevrî bir şekilde açığa çıkıveren bağımsız Arnavut kimliği, Türklerle sair milletlerden birinin karşı karşıya gelmesi durumunda, hemen silinip Türk kimliğine inkılap edebiliyor, hem de müslüman hıristiyan ayrımı gözetmeksizin! Bu bir tür hemşehricilik gibi algılanmalıdır, daha yerel kimliklerden kopamamış, yarı köylü bir kimlik algısının yansıması. Sivaslılık, Maraşlılık, Yozgatlılık nasıl diğer illerde kendi aralarında bir dayanışmayı beraberinde getirebiliyorsa, Türklere karşı zaman zaman uyanıveren bu Arnavut kimliği böyle bir işlevden neşet ediyor olmalıdır, en azından yansıyan görüntü böyle.
Çünkü sizin Türk olduğunuzu öğrenen bir insan sizinle ortak kökler bulmaktan hoşlanıyor ve böyle bir irtibatı kimliğinin bir parçası şeklinde, yarı mağrur bir edayla söylüyorsa, bu soğumaya, küllenmeye itilmiş kimliğin uyanması, tekrar su yüzüne çıkmasıdır aslında.
Burada Türk kelimesi sadece bir etnik bir kimliği göstermiyor, müslüman kelimesinin anlamını da ihtiva ediyor, dolayısıyla “Turk?” sorusuna “Turk!” cevabını verdikten sonra muhatabınızdan “Turk elhamdülillah” sözünü duyabilmeniz mümkün. Hatta, camide tanıştığım bir genç bana “Turk elhamdülillah” dedikten sonra, “Albanian, Şiptâr” dedikten sonra, gülümseyerek “Arnavut neuzübillah” sözlerini söylemişti. Daha sonradan öğrendim ki, Arnavut kelimesinin Türkçedeki, o menfi anlamları (inat, laftan anlamaz, Arnavut damarı vs.) Arnavutçada da var, bazen birbirlerine kızdıklarında, “Arnavut! ...” şeklinde sinirli birtakım sözler edebiliyorlar!
Ama bir Türk olarak beni en çok etkileyen, hatta 4 sene sonra cigaraya başlatacak kadar müteessir eden ve pek yaygın olarak kullandıkları şu söz olmuştur: “Sigarasız kahve imansız Türk`e benzer”!
Ne kadar ortak kültür, ortak geçmiş vs. lâflar edilse de dilini hiç bilmediğiniz insanların içinde yabancısınız. Bu yabancılık sadece dil ile sınırlı kalmayıp şehre, günlük hayata, dükkânlardan caddelere yayılan müziğe[1], sokaktaki insanlara kadar her alanı ve büyük bir zamanı kaplıyorsa, “yalnızlık kemik gibi, ne tarafa dönseniz batıyor”!
Dolayısıyla tek başına gezinirken bu yalnızlık had safhaya ulaşıyor ve kendinize bir nefeslik bir tanıdık aramaya başlıyorsunuz. Tabiî bu tanıdıklık umumiyetle dil düzeyinde veya en fazla görüntü düzeyinde kalmaya mahkum. Görüntü, sıcacık bir ana kucağını andıran kubbeleriyle camiler ve İslâm mimarîsini en muayyen bir başka özelliği olan minareler şeklinde kendini gösteriyor. Ardından hiç beklemediğiniz bir anda, sese dönüşerek bazen Türk usûlü, bazen Arap usulü, bir Arnavut gırtlağından çıktığına artık alıştığınız ve insanı, duyduğunda bütün tedirginliklerinden uzaklaştıran sıcacık, sımsıcacık, o güzelim ezan sesi...
Sonraki tanıdık görüntüler: uluslar arası sömürgenlerin markaları, arabalar, gıda, meşrubat ve sigara reklamları... dizelge uzayıp gider.
Bunların dışında Türkçe ile karşılaşmak insanı çok hoş duygulara sarıyor. Meselâ gariptir, bütün dünya dillerinde Türkçesini duymaya okumaya alışkın olduğumuz şu “yoğurt” kelimesi Arnavutçada “kos”! Bunun Türkçe sözlere karşı başlatılan bir tasfiye hareketi sonucu bulunmuş bir kelime olduğunu tahmin ediyorum. Yumurtayı anlatmak için tezgâhın üstüne çıkıp gıdaklamadım ama, yağı tarif etmek için akla karayı seçtim! Bunların dışında Arnavutça imlâ ile caddelerde, sokaklarda bir sürü kelime, farklı bir kıyafete bürünmüş çok yakından tanıdığınız bir insan gibi karşınıza çıkıveriyor: Tyrshi, zgare, tahsqebap, qofte, helvası (tahin helvasının adı bu!) sheqerpare, kadaif, perde, cam, okllava vs...
Bu tür durumları hemen her gün yaşıyoruz. Ama bütün uğraşlarınızdan sonra büyük bir yorgunlukla adamın “düqan”ından çıkacaksınız, ne diyeyim, diye düşünürken bakkal size bir “evallah” yapıştırıveriyor, dönüp boynuna sarılasınız geliyor... Sonra bizim “yavaş” ve “yavaş yavaş” Arnavutların en çok kullandığı kelimelerden, lâkin “havaş havaş”a benzeyen garip bir telâffuzla söylüyorlar.
Bütün bunların üstüne size Türk olduğunuzun bilinciyle tuhaf tuhaf bakanlar da arada çıkmıyor değil, ama daha çok sıcaklık sadır olduğunu hissediyorsunuz Arnavutlardan. Ancak bir tanesi var ki, hâlâ tam olarak çözemedim, geldiğimin ikinci haftasıydı, akşam geç vakit eve gidiyorum, güneş yeni inmiş, ortalık alacakaranlık, kaldırımda birden 55-60 yaşlarında bir Arnavut kadını gülerek beni durdurdu, “Turk Turk” diye konuşmaya başladı. Hem konuşuyor, hem ağlıyor, hem de beni seviyor.! Nasıl sevmek, bir çocuğu sever gibi, omuzlarımı okşayıp, ellerimi sıkarak, şefkat ve merhametle, biraz da şükranla... Mümkün olacağına kanaat getirse beni kucağına alacak! Hatta o kadınla konuşurken kendimi 3-4 haftalık sevimli bir kuzu gibi hissettim! Kadın yüzüme doğru uzattı elini ve ağlamasını daha belirgin hâle getirdi. Acaba derdi neydi, niçin bir Türkle karşılaşmak onu bu kadar müteessir etmişti, bilemiyorum, ama bu kimliğin dilini hiç bilmediği bir insanı bu derece kendine bağlaması kökü çok derinlerde olan birtakım bağlarla ilgili olmalıdır...
Enver Hoca sınırları kapatınca dışarda, özellikle de Türkiye`de ve kalmış birçok insan var, bu dışta kalma Arnavutlar üzerinde çok derin kişilik ve kimlik yırtılmalarını da beraberinde getimiştir; şöyle, kadın İstanbul`da, kocası ve küçük çocukları Arnavutluk’ta veya tersi, çocuklar orada, baba burada, evliler, nişanlılar nice parçalanmış aileler, ocaklar, kimbilir o kadının hatıralarında neler vardı, neler yaşadı, neleri yaşayamadı, 40 yıl yakınlarından haber alamayan, eşinin veya çocuğunun öldüğünü ölümlerinden yıllarca sonra öğrenen insanlar... Meselâ bir kadın tanıdım, tabiî çoktan ölmüş, ama Tiran`daki belli yaştaki bütün insanların doğumlarını yaptırmış, Arnavutluk`un ilk kadın doğum uzmanı ve bir Türk, bütün bu hizmetlerinin karşılığı olarak bir kerecik olsun ailesiyle görüşmesine izin verilmemiş, onlardan bir haber alamadan ölmüş!
Belli bir yaşın üstündeki bütün Arnavutlar bu anlamda az çok yaralı, büyük bir kesimi Türkiye ile bağlantılı olanlar, ama sınırlar her tarafa kapalı olduğu için hâliyle bir şekilde dışarıyla irtibatı olan bu insanlar, yaklaşık yarım yüzyıl kopmuşlar, sınırlar açılınca bu irtibatı tesis etmek ne derece mümkün olabilir ki!
[1] Burada müziğe haksızlık etmeyelim, popüler müziğin son nümunelerine Arnavutça sözler yazıp söylüyorlar, şu anda bir Türk’ün, hemen her sokağa çıktığında Gülben Ergen’in “Bir iki üç dört tamam”ını Arnavutça olarak duyabilmesi veya Mustafa Sandal ve Tarkan’la değişik vesilelerle karşılaşıp hoş bir şekilde merhabalaşmaları mümkün.
Yorumlar