Duyuru

O Üsküp'e yakın, Bomonti'ye uzak!

Röportajlar

  /   3828   /   28 Ağustos 2014, Perşembe

 Yazdır

  

İstanbul’daki evinden çok Balkanlarda vakit geçiren biri olan Ayhan Demir’le Balkanlar’ı konuştuk.

Belki çok klişe olacak ama yine de sormadan edemeyeceğim: Ayhan Demir kimdir?

Bu soruya, başkalarının vereceği cevabın daha önemli olduğu kanaatindeyim. Bununla birlikte, benimle alakalı bir şeyler söylenecekse, bunun İbrahim Tenekeci’nin Kayıp Zaman İşareti isimli şiirindeki şu iki mısra olmasını tercih ederim: “Yakındı Üsküp ona, çok uzaktı Bomonti / Bir sürü örnek bunun gibi”

Balkanlarla yakından ilgileniyor ve bölge üzerine düzenli yazılar kaleme alıyorsunuz. Balkanlara olan bu ilginiz nasıl başladı?

Bosna Savaşı’nın o en sıcak günlerinde ortaokul öğrencisiydim. Ceketimin sol göğüs hizasına zambaklı Bosna-Hersek bayrağını diktirmiştim. Birçok kişinin bugün bile Bosna Marşı olarak bildiği, “Ben senin evladınım” isimli SDA marşını ezbere söylüyordum. Liseyi bitirdiğimde, dünyanın en adaletsiz anlaşmalarından biri olan Dayton imzalanmıştı. Lise bitti, savaş bitti ancak benim Bosna’ya olan ilgim üniversite yıllarında da devam etti.

Üniversiteyi bitirdikten birkaç yıl sonra, şair İbrahim Tenekeci editörlüğündeki, Milli Gazete düşünce sayfasında ilk yazılarım yayınlandı. Başlangıçta İslam coğrafyası ve Müslümanlar üzerine yazılar kaleme alırken, bir süre sonra, tüm dikkatim Balkanlar üzerinde toplandı. Bu vesileyle, yazılarımın yayınlanmasından aylar sonra tanışma fırsatına eriştiğim muhterem İbrahim ağabeyin, üzerimde çok büyük emeği olduğunu söylemeliyim.

İlk Bosna-Hersek seyahatim esnasında, Boşnak kardeşlerimizle, İngiliz dili vasıtasıyla iletişim kurmak zorunda kaldığım için çok utanmıştım. Bu sebeple, İstanbul’a döndüğümde ilk yaptığım işlerden biri, bir grup arkadaşla birlikte Boşnakça dersleri almak oldu. Bugün artık Dino Merlin, Hari Mata Hari, Halid Beşliç ve Al’Dino şarkılarını anlayarak dinliyorum. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in İslam Deklerasyonu, Meşa Selimoviç’in Derviş ve Ölüm ve Necad İbrişimoviç’in Karabeg isimli eserlerini biraz yavaş da olsa orijinalinden okumaya çalışıyorum. Bosna-Hersek’te olup bitenleri Dnevni Avaz ve Oslobodjenje’den takip edebiliyorum.

Elbette bu ilgi ve dikkat yalnızca Saraybosna ile sınırlı değil. İstanbul’un anlam ve önemini bilen, bu güzide şehrin güvenliğinin mevcut sınırların çok ötesinden sağlanabileceğinin farkında olan herkes gibi, Üsküp, Prizren, Yanya, Belgrad, İşkodra, Zagreb, Novi Pazar ve Selanik’te olan biten her şey ile de yakından ilgileniyorum.

Sık sık Balkan coğrafyasında bulunuyor musunuz?

Evet, zaman bulabildikçe ve maddi imkânlar elverdikçe, Balkanlara gitmeye çalışıyorum. Ancak itiraf etmek gerekirse, bu yolculukların sıklığını ve süresini belirleyen esas faktör maddi imkân bahsi oluyor. Buna rağmen büyük bir memnuniyetle söylüyorum ki, bugüne kadar devlet imkânlarıyla gerçekleştirilen hiçbir Balkan seyahatinde ismin yer almadı. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ya da Dışişleri Bakanlığı uçağında kontenjandan Balkanların nabzını tutanlardan olmadım.

İstanbul’daki evimden daha çok Balkanlarda vakit geçiren biri olarak, sokaklarını adımlamadığım pek az Balkan şehri kaldı. Mesela, kısa bir süre önce şair Furkan Çalışkan’la birlikte, Saraybosna, Mostar, Zagreb, Split ve Dubrovnik’i kapsayan bir seyahat gerçekleştirdik. Yoğun yağış sebebiyle Mostar yolu ulaşıma kapanınca Dubrovnik’ten Saraybosna’ya dönüşümüz oldukça zorlu olmuştu.

Türkiye’nin, Balkan politikasını nasıl yorumluyorsunuz?

En son söylemem gerekeni daha başlangıçta söyleyeyim: 2002 yılından beri Türk dış politikasına yön veren Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun, 1 Mayıs 2009 tarihinde Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilmesiyle birlikte Türk hariciyesi, üzerindeki ölü toprağını önemli ölçüde attı. Türkiye, yıllar sonra yeniden kendi bölgesinde; Ortadoğu, Kafkasya ve özellikle Balkanlar’da daha sözü dinlenen bir konuma geldi. Erdoğan hükümetlerinin, dış politika sahasında elde ettiği başarıların neredeyse tamamının altında kendisinin imzası bulunuyor.

Elbette bunları söylerken, Türk dış politikasında her şeyin yolunda gittiğini söylemek de doğru olmaz. Sayın Davutoğlu’nun formüle ettiği “komşularla sıfır sorun” yaklaşımının, Ermenistan örneğinde olduğu gibi, zaman zaman hata verdiğini mutlaka belirtmek gerekir. Hazır yeri gelmişken, Türkiye’nin, Bosnalı Sırplar ve Sırbistan meselesinde, aynı akıbeti yaşaması ihtimalinin çok uzak olmadığını da bir kenara not edelim.

Türk dış politikasının önündeki en önemli sorunlardan bir tanesi, başta hükümetin diğer mensupları olmak üzere, Türkiye’yi dışarıda temsil eden kurum ve kuruluşlar bünyesinde çalışanların Sayın Davutoğlu’na ayak uyduramamasıdır.

Bugün bize “Osmanlı Devleti, aynı zamanda bir Balkan devletiydi” cümlesini kurabilme imkânı sağlayan en önemli etken; bir yandan cami, medrese, han, hamam, köprü ve çeşmelerle bölgenin mimari çehresini şekillendirirken, diğer yandan da kültür, sanat ve edebiyat dünyasını zenginleştirmesiydi. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ne yazık ki, bu iki hususu cem etme noktasında gerekli iradeyi bir türlü ortaya koyamıyor. Türkiye ile Balkanlar arasındaki ilişkilerin geleceğini teminat altına alacak derinlikli projeler, ne yazık ki, gündeme gelme imkânı bulamıyor. Bu sebepledir ki, gittiğimiz her ülkede Prof. Dr. Cemaludin Latiç gibi eli kalem tutan isimler, sözleşmişçesine aynı hususlardan yakınıyorlar: “Farklı şekilde yardımına ihtiyacımız varken, dağa taşa para harcamak kolay. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa’nın orta yerinde Müslümanlığın ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok.”

Peki, Balkan coğrafyasının geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir rivayete göre; Fatih Sultan Mehmed, Bosna’nın fethinden sonraki ilk günlerde, rüyasında Peygamber Efendimizi ve Hz. Ömer hariç, diğer üç büyük İslam halifelerini görmüş. Gördüğü rüyanın anlamını hocası Akşemseddin’e sormuş. Akşemseddin, rüyayı şöyle yorumlamış: “Peygamber Efendimizi görmeniz, bu halkın, Müslüman olarak kalacağına; Hz. Ebu Bekir’i görmeniz Balkanlarda çok sayıda Müslüman âlim yetişeceğine ve Osmanlı’ya sadık kalacaklarına; Hz. Ali’yi görmeniz, kahraman ve cesur insanların yetişeceğine; Hz. Osman’ı görmeniz, bu topraklarda, Kur’an ehli insanların türeyeceğine işarettir. Hz. Ömer’i görmemeniz ise, bu toprakların ebediyen karışık ve huzursuz olacağına işaretidir.”

Balkanlar, Osmanlı egemenliğinde kaldığı yaklaşık beş asır boyunca huzur, güven, adalet ve refah içerisindeydi. Ancak, Osmanlı’nın bölge üzerindeki otoritesini kaybetmesiyle birlikte, Balkanlar ortalama her 15-20 yılda bir yerel, her 40-50 yılda bir bölgesel çatışma ve katliamlara sahne oluyor.

Şu an Balkanlarda, barış değil, ateşkes hüküm sürüyor. Korkarım, Fatih Sultan Mehmed’in rüyasını tabir eden Akşemseddin’in söylediği gibi, bu topraklardaki karışıklık ve huzursuzluk artarak devam edecek. Çünkü küresel güçler ve bu küresel güçlerin bölgedeki en önemli işbirlikçisi Sırplar açısından hesap henüz kapanmadı.

“Bitmedi, devam edecek…” başlıklı son yazınızın ardından, Milli Gazete’den ayrıldınız. Okurlarınızın sizi takip edebileceği başka bir yerde yazmayı düşünüyor musunuz?

Sizin de söylediğiniz gibi, herkesin bildiği sebeplerle, altı yıl boyunca düzenli olarak yazdığım Milli Gazete’den birkaç ay evvel ayrıldım. Bunun kısa süreli bir ayrılık olacağını düşünüyordum ancak nasipte biraz daha uzun olması varmış.

Sorunuza dönecek olursak, elbette, henüz sözümüz ve yolumuz bitmedi. Daha söyleyecek çok sözümüz, yürüyecek çok yolumuz var. Bir aksilik olmazsa eğer, yakında, kaldığımız yerden devam edeceğiz.

 

Son dönemde siyasi karışıklıklar içinde boğuşan Arnavutluk’tan başlayarak, Balkanların bugünkü durumundan bahsedelim...

Arnavutluk nüfusunun, yüzde 70’i Müslüman, yüzde 20’si Katolik, yüzde 10’u Ortodoks’tur. Ülkedeki her dört Müslüman’dan birisi de Bektaşi’dir. Amerika Dışişleri Bakanlığı’nın Arnavutluk’ta din özgürlüğü hakkında 2006 yılında hazırladığı bir rapora göre, bu ülkede 3,6 milyon kişi, 245 kurum, grup, vakıf ve dini örgüt bulunuyor. Tiran Adliyesi’ne kayıtlı bu 245 kurumdan 189’u Amerika ve Batı Avrupalı Hıristiyan misyonerlere ait.

Arnavutluk, politik ve kültürel açıdan, tam bir Katolik ve Ortodoks istilası altında bulunuyor. Mesela, Katolik propaganda çerçevesinde, ülkenin her köşesine Rahibe Teresa’nın adının verilmesi için Arnavut politikacılara baskı uygulanıyor. Arnavutluk’un tek havaalanı “Katolik Azize Rahibe Teresa” adını taşıyor. Tiran’ın en büyük bulvarının adı “Rahibe Teresa Bulvarı”, en büyük hastanesinin adı “Rahibe Teresa Hastanesi.” Aynı şekilde ülkedeki birçok sokak, klinik, okul ve üniversite vs. adları; Don Bosko Sokağı, Parde Luigi Monti Kliniği, İyilik Kontu Leydisi Üniversitesi gibi Katolik Azizlerinin adlarıyla anılıyor.

Buna karşılık Arnavutluk Müslümanları, Arnavut halkının en izole ve yoksul toplumunu temsil ediyor. Bunun aşılması için onların kendi enstitülerini, okullarını, medyalarını ve diğer kurumlarını oluşturmaya ihtiyaçları var. Fakat onlar tüm bunlar için bir kaynağa sahip değiller. Bugün başkent Tiran’da, sadece sekiz cami var. Arnavut Müslümanlar, Tiran Merkez Meydanı’ndaki Osmanlı eseri Ethem Beg Camii yeterli olmadığı için Cuma namazlarını zorunlu olarak dışarıda kılmaktalar.

 

Bosna-Hersek’li Müslümanlar ne durumdalar? Savaşın üzerinden geçen on altı yılın ardından yaralar sarılabildi mi?

Bosna-Hersek’te, 1992’de başlayan Sırp saldırganlığını şimdilik sonlandıran Dayton Anlaşması’yla başlayan siyasi süreç henüz tamamlanamadı. Anlaşma ülkeyi, Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak ikiye ayırdı. Dayton’un içinde entiteler (özerk bölgeler) ve sanal sınırlar barındıran bir ülke haline getirdiği Bosna-Hersek’te, geçmiş ve geleceğe ilişkin, herkesin farklı tezleri var. Bu kadar çok tezin kaçınılmaz çakışmasının doğal neticesi ise, aynı çoğunlukta uzlaşmazlık.

Bosna-Hersek’teki entitelerin kararları veto etme yetkileri var. Entitelerden birinin, genellikle Bosnalı Sırpların çoğunlukla yaşadığı Sırp Cumhuriyeti’nin, vetosuyla tüm sistem kilitleniyor. Sırp Cumhuriyeti’nin sürekli veto kullanması nedeniyle, ülkenin gelişmesini sağlayacak, pek çok karar askıya alınmak zorunda kalıyor.

Bosnalı Sırplar, Bosna-Hersek sınırları içerisinde bir gelecek kurgulamadıklarını, nehrin öte yakasındaki Sırbistan’la birleşmek ve “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmek adına ilk adım olan, Sırp Cumhuriyeti için bağımsızlık referandumu istediklerini açıkça söylemekten çekinmiyorlar.

Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar ne kadar güçlü ve gelişmiş bir devlet için mücadele ederse etsin, Bosnalı Sırplar daha güçlü bir entite arzusunda ısrar ettikçe, pek bir şansları bulunmuyor. Bosnalı Sırpların, 1995’ten bu yana iki yüz atmıştan fazla yasa ve kararı veto ettiği düşünüldüğünde sanırım durumun vahameti daha iyi anlaşılabilir.

Bulgaristan denilince akıllara ilk gelen, Müslüman Türklerin yıllarca maruz bırakıldıkları asimilasyon politikalarıydı. Bugün durum nedir?

Bulgaristan nüfusunun yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Müslüman Türkleri, siyasi sahada Hak ve Özgürlükler Hareketi tarafından temsil ediliyor. En azından HÖH bu iddiaya sahip. Bu parti, yakın döneme kadar Bulgaristan hükümetinde koalisyon ortağıydı. Hali hazırda ülke muhalefetinin önemli partilerinden bir tanesidir. Ancak HÖH, Bulgar siyasetindeki konumunun aksine, seçmenlerinin taleplerini yerine getirme noktasında oldukça yetersiz. Bu sebeple Bulgaristan’daki dindar Müslümanlar, siyaset ve siyasetçilerden uzak durmayı tercih ediyorlar.

Aslına bakarsanız, Bulgaristan Müslümanlarını temsil etme iddiasındaki bu siyasetçiler, pek dindar kimseler değiller. Hatta dini konulara oldukça mesafeli oldukları bile söylenebilir. Gariptir ki buna rağmen HÖH, diğer Bulgar siyasetçiler tarafından “İslamcı bir parti” olarak algılanıyor. Son yıllarda HÖH milletvekillerinin dini konularla ilgilenmeye başlaması, bazı siyasilerin Ramazan ayında iftar davetleri vermeleri ve yeni yapılan camilere maddi katkıda bulunarak Müslümanlarla yakınlaşmak için teşebbüslerde bulunmaları gelecek adına ümitleri muhafaza etmeyi sağlayan gelişmeler. Ancak bu kesinlikle yeterli değil.

Bulgaristan Müslümanları, ülke anayasasında belirlenen haklar gereğince kabul edilen dinler kanununa göre çalışan, bağımsız bir dinî kurum olan Bulgaristan Başmüftülüğü eliyle din işlerini yürütüyorlar. Bulgaristan Başmüftülüğü, her yıl onlarca inançsız veya Hıristiyan Bulgar’ın, İslam ile şereflenmesine de vesile oluyor. Kısaca, Bulgaristan Başmüftülüğü, bu ülkede yaşayan Müslümanların şahdamarı konumunda.

Bulgaristan Müslümanları, delegeler eliyle, Başmüftü ve Yüksek İslâm Şûrası seçimlerinde temsilcilerini belirliyorlar. Ancak, Bulgar Komünist Partisi’nin eski Başmüftüsü ve eski istihbarat ajanı Nedim İbrahim Gencev, Başmüftülük çalışmalarını önlemek adına ve belli odakların desteğiyle, gerçekleştirilen seçimlere itiraz ediyor. Gencev, tescil işlemlerine itiraz ederek, yıllardır Başmüftülüğün çalışmalarını hukukî olarak engelliyor. Her fırsatta, yanındaki Bulgar korumalarıyla, müftülük binalarına baskınlar düzenliyor, vakıf mallarını talan ediyor.

Peki, Batı Trakya’daki Müslüman Türkler ne durumdalar?

Batı Trakya’da yaşayan en büyük azınlık olan Müslüman Türklerin hakları, İstanbul Antlaşması, Atina Antlaşması, Sevr Anlaşması ve Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış olmasına rağmen, Yunanistan yönetimi, hak ve hürriyetlerin sağlanması konusunda üzerine düşeni yapmaktan imtina ediyor. Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı, eğitim yetersizliği, Türk kimliğinin ve kültürünün inkârı, sosyal ve dini hayata yönelik baskıların yanında ekonomik kısıtlamalar, gayrimenkul alımının yasaklanması, tapuların tanınmaması ve vakıf mallarının kamulaştırılması gibi birçok insan hakkı ihlaline maruz bırakılıyor.

Yunanistan makamları, Gümülcine ve İskeçe başta olmak üzere, ülkedeki Müslüman Türkler tarafından seçilen müftüleri tanımıyor. Bunun yerine işbirlikçi atanmış müftüleri, Müslüman Türklere kabul ettirmeye çalışıyorlar.

Batı Trakya Müslüman Türkleri, bugün hâlâ vakıfların antlaşmalardaki statüsüne kavuşturularak, vakıf yönetimlerini, yasaların kendilerine verdiği hür iradeleriyle seçecekleri günü bekliyorlar. Ancak 1981’den beri AB üyesi olan Yunanistan’ın, Avrupa’nın camisiz tek başkentine sahip olmakta ısrar etmesi, Batı Trakya Müslüman Türklerinin ümitvar olmasını engelliyor.

Yahya Kemal’in memleketi Makedonya’daki durum nedir?

Makedon resmi makamlarına göre ülke nüfusunun yüzde 66’sı Makedon, yüzde 25’i Arnavut, yüzde 5’i Türk ve yüzde 4’ü ise diğer etnik gruplardan oluşuyor. Toplam nüfus içerisinde yüzde beşlik bir paya sahip olmalarına rağmen, Batı Trakya Türk Azınlığı gibi Makedonya Türkleri de parlamento ve devletin diğer kurumlarında temsil sorunu yaşıyorlar.

Makedonya yönetiminin ülkedeki belediyelerle ilgili düzenlemeleri, birçok seçim bölgesinde Müslüman halkın azınlık durumuna düşürülmesine ve dolayısıyla Müslüman nüfusun sahip olduğu gerçek oranın sandığa yansımamasına sebep oluyor. Makedonya’daki Müslüman nüfusunun unsurları olan Arnavut ve Türklerin seçimlere üçer, dörder siyasi partiyle katılıyor olması da, bu tablonun oluşmasında önemli bir etken.

Makedonya’daki Müslümanların çok parçalı etnik siyasi partilere ayrıldığı bu şartlar altında, Müslüman bir Cumhurbaşkanı veya Başbakanı seçmeleri çok zor görünüyor. Ancak Müslüman Arnavutlar ve Müslüman Türkler birlikte hareket etmeye başladıkları gün tek ve en büyük kayba uğrayanlar, bugüne kadar Müslümanlar arasındaki ayrılıktan istifade ederek Evlad-ı Fatihan toprakları yöneten, Hıristiyan Makedonlar olacaktır.

Kosova halkının büyük çoğunluğu bağımsızlığı en büyük mesele olarak görüyordu. 17 Şubat 2008’de ilan edilen bağımsızlık kararıyla bu istekleri gerçekleşti. Peki, bağımsızlık Kosova’daki sorunlara çare olabildi mi?

Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’nın ardından, Müslüman Türklerin azınlık olarak yaşadığı bir diğer ülke, 17 Şubat 2008 tarihindeki bağımsızlığını ilan eden Kosova’dır.

Kosova’nın, yüzde 90’ı Arnavutlar, yüzde 4’ü Sırplar ve geri kalan yüzde 6’sı Türk, Boşnak ve diğer unsurlardan oluşuyor. Bu tablodan da anlaşılacağı üzere ülkenin, yüzde doksan beş gibi büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyor. Ayrıca Kosova nüfusunun yarıdan fazlası 18 yaş ve altı gençlerden müteşekkil. Bir başka ifadeyle bugün Kosova büyük bir “çocuk yuvasını” andırıyor.

Kosova’daki bu genç Müslüman potansiyeli fark eden Vatikan, ülkedeki Müslümanları, Katolikleştirmek için yoğun bir gayret içerisinde. Dünyanın her yerinden gelen misyonerler, Kosova’yı ev ev, kapı kapı dolaşarak Hıristiyanlıkla ilgili el ilanları ve broşürler dağıtıyorlar. Öyle ki, Kosova’da, misyonerlerin, kapısını çalmadığı evin kalmadığı, hatta ülkenin ikinci kez baştan aşağı taranmakta olduğu, herkesin bildiği acı bir gerçektir.

Kosova’daki yoğun Batı ve Amerika yanlısı propaganda sebebiyle ülkedeki genç kızların çoğu ne yazık ki Amerika başta olmak üzere, EULEX veya eski ismiyle UNMIK askerleriyle evlenmek için can atıyor. Batılılar, Kosova’yı gayri ahlâki işlerin merkezi haline getirmek için yoğun bir şekilde çalışıyorlar. Eğer bu gençlere iyi bir eğitim verilir ve ahlâki değerleriyle donatılırsa, Kosova gelecekte önemli başarılara imza atabilir. Eğer aksi olur da Kosova Müslüman gençliği ahlâki değerlerden uzaklaşmaya devam ederse, Allah korusun, sonuç tam bir felaket olabilir. Unutmamak gerekir ki, bir toplumun esas gücü öncelikle yüksek ahlâk değerleridir. Ahlâk değerleri olmadan sahip olunacak bayrak, marş ya da sınırlar devleti sömürge olmaktan daha ileriye götürmeyecektir.

Osmanlı döneminde önemli bir yönetim merkez olan Sancak’taki Müslümanlar ne durumdalar?

Eski Sırbistan-Karadağ’ın, 8 bin 687 kilometre karelik yüz ölçüme sahip bölgesi olan Sancak, 2006 yılında Karadağ’ın ayrılmasıyla, iki parçaya bölündü. Sancak’ın, 11 vilayetinden 6’sı Sırbistan, 5’i Karadağ topraklarında kaldı.

Maalesef, Balkanların birçok ülkesinde olduğu gibi Sancak’ta da Müslümanlar siyasi olarak birlik sağlayamıyorlar. Sırbistan Parlamentosu’na girmeyi başaran iki Boşnak partisi var. Ancak bu iki parti arasında, daha doğrusu Sancak Demokratik Eylem Partisi lideri Sulejman Uglanin ve Sırbistan Sosyal-Demokrat Partisi lideri Rasim Ljajic arasında, husumete varan büyük bir çekişme yaşanıyor.

Sancaklı Boşnakların, siyasi bölünmüşlüğü yetmiyormuş gibi, dini sahada da bir ayrılık yaşanmaya başladı. Yaklaşık 15 yıldır devam eden çekişmenin sonunda bir grup imam, merkezi Yeni Pazar’da bulunan İslam Birliği’nden ayrıldılar. Bosna-Hersek İslam Birliği’nden ayrılan bu imamlar Sırbistan İslam Birliği’ni kurdular. Ancak camilere imam atama, din okulu açma, Müslümanların cenazeleriyle ilgilenme ve defnetme gibi görevler yürüten Başmüftülük seçimi, Müslüman halkın iradesi dışında gerçekleştirildi. Sadece kendilerini tayin eden hükümetin tanıdığı ve Müslüman halkın “Bunları biz seçmedik, bunlar bizim Reisü’l-Ulema’mız olamaz” dediği bu yeni müftüler Sırbistan devletinin birer kuklası olarak, tamamen politik bir taktik gereği bu pozisyona getirildiler.

Bosna-Hersek ve Makedonya Müftüleri tarafından da kabul görmeyen hatta kınanan Belgrat yönetiminin sözde müftüleri, Sırbistan güvenlik güçlerini arkalarına alarak, halkın seçtiği, Sancak Müftüsü Muammer Zukorlic’i bertaraf etmeye çalışıyor. Gerek Boşnak siyasetçiler ve gerekse Boşnak din adamları arasındaki bu rekabetten tek kazançlı çıkan Sırbistan yönetimi.

İbrahim Aygül konuştu...

İbrahim Aygün’ün Ayhan Demir ile röportajı dunyabizim.com’dan alınmıştır

  

Yorumlar