Duyuru

Aşk Olsun

  /   7620   /   01 Ocak 2014, Çarşamba

 Yazdır

  


 

 

 

Büyüklerin sözleri kitaba yakın olur”.

 

Yukarıda yazdığım veciz ifade bana ait değil. Gizli bir dünyayı, ruhsal bir dinginliği, metafizik bir lezzeti işaret eden bu cümleyi nedense çok sevmiştim.

 

Kış gecelerinden birinde köy evindeydik. Mutfakla birleştirilmiş oturma odasının tam ortasına kurulmuş olan kuzineden; yanan kuru meşe dallarının çıtırtıları yükseliyordu.

 

Çay eşliğinde hane halkıyla derin bir sohbete dalmışız. Büyük insanlardan, hikmetli sözlerinden bahsediyorduk galiba.

 

Odayı ısıtan sıcaklık sadece meşe odunuyla doldurulmuş kuzine değildi sanırım. Yaptığımız sohbetin gönlümüzü fazladan ısıtan bir tarafı da vardı.

 

Oturduğu köşeden bizleri sessizce dinleyen Kayınvalidem, girişte yazdığım cümleyi söylediğinde donakaldığımı hatırlıyorum.

 

Kayınvalidem, çok sözle anlatmaya çalıştığım düşüncelerimi kestirip atmış, meseleyi tek bir cümle ile özetleyivermişti aslında.

 

 Simurg”a ulaşmak için ölesiye yolculuk yapan kuşların diliyle şifrelenmiş mutluluk hazinesinin anahtar kelimelerini fısıldamıştı sanki. Feriduddin Attar Hz.lerinin Mantık-ut Tayr isimli eserini ve Mesnevi’yi okumadığı halde özetini çıkarmıştı sanki.  

 

Kal ehli” (Söz ehli) değil, “hal ehli” olmanın başladığı yer, kitaba yakınlaşabilmekten geçiyordu.

 

Kitaba yakın olmak, mahreme yakın olmaya vesileydi. Mahreme yakın olmak, büyük insan olmayı gerektiriyordu. Mahrem olup, uhrevi meclise kabul edilenlerse, kelamın kibarını söylüyorlardı.   

 

Kitaba yakın olabilen zaten büyük insan olurdu. Mesele büyük insan olmak değil, güzel insan olmaktı. Büyük olmanın yolu, yakine ermekle mümkündü. Sözün değeri azalmıştı birden. Sözü değil, sükûtu fazla olanlar kitaba yakınlaşabiliyordu.

 

Günümüz sohbetlerinin sahte gülüşlü basit ve yapmacık taraflarını düşündükçe boşa geçirdiğimiz zamanlara hayıflanırım.

 

Adapazarı’nda bir dönemin eskileri olarak yaklaşık yirmi yıldır kitap okuyoruz.

 

Sükûtu değil, sözü çoğaltan kitaplar okuduk. Başkalarını kurtarmak için kitaplar okurken kendimizi unuttuk. Susmanın erdemi yerine bağırmanın, haykırmanın kahredici cazibesine kapıldık.

 

Romanlar, hikâyeler, kahramanlıklar okuduk ama kendimizi unuttuk. Çok bilmeyi kutsadık. Çok bilen olmayı mahrem ehli olmak zannettik.

 

Irmak olup çağlamayı hayatın erdemi zannederken, yerin altından sessizce ve kesintisiz beslenen pınarları küçümsedik.   

 

İsmet Özel’in dediği gibi yola çıktığımızda mataramızda “tuzlu su” vardı. Tevekkül azalınca teslimiyetin yerini aklımız aldı.

 

Kaynaktan içmek yerine mataramızdaki tuzlu suya güvendik.

 

İçeriden dışa bakmayı öğrendik ama dışarıdan içimize bakabilmeyi bir kez olsun denemedik. Sonunda içimizi unuttuk.  

 

Yaklaşık iki yıl önce bir dostun tavsiyesiyle Şefik Can’ın Mesnevi tercümesini okudum. Hepimizin ismen çok yakından tanıdığı Mevlana Hazretlerinin Mesnevi adlı eserini okumayanlara şiddetle tavsiye ederim.

 

Hazreti Mevlana ve Mesnevi hakkında fikir serdedecek değilim. Atalarımız edebi edepsizden öğren demişler. Haddimizi bilmenin yolunu, hayatımızı kuşatan haddini bilmez insanlardan ister istemez öğrendik zaten.  

 

Sükûtu feda edip sözünü arttıran, aklını kutsayıp, tevekkülü azaltan bizim gibi haddini bilmezler için bir hatırlatma kabilinden zikredeyim istedim.

 

Hakikat ilmi karşısında akıl; ön ayakları çamura saplanmış eşektir” diyen Hz. Mevlana, insanın aldandığı noktaya işaret ediyor. İçten dışa bakmayı alışkanlık haline getiren ruhlara, asıl mücadele alanı olan “iç âlemi” unutmamasını hatırlatıyor.

 

İçinden aydınlanmayan insanların dışına nasıl ışık verebileceğini soruyor. Kör olan bir insanın diğer bir körü yolun karşısına geçirmeye çalışmasının ne kadar anlamsız ve tehlikeli bir çaba olduğunu bizlere anlatıyor. Gören göz, gönül gözü olmayınca baş gözüyle görenler görüyorum zanneder.

 

Dünyayı kurtarmaktan bahsedenlerin kendileri batmaktalar. Makam sahibi etkili ve ağır abilere yakın olmayı kitaba yakın olmaktan daha sevimli gören kimse; büyüdüğünü zannederken küçüldüğünü görmüyor. Resmin içinden çerçevesini görmeyen gri renkli donuk tablolar gibi.

 

Mevlana Hazretlerinin ifadesiyle keşke bende “kendi içinden denize ulaşan yol bulan bir küp” gibi olabilseydim. O zaman ne söze hacet kalırdı ne de mataramdaki tuzlu suya aldanırdım.

 

Hakikat ile aranızda perde olan “satır ve söz” ilminin aldatıcı dünyasında delicesine koşturmaktan yorulmadınız mı?

 

Dünyayı kurtarmaktan zaman bulup büyüklerin sözlerine kulak ve gönül vermeyi becerebilseydik kitaba yakın olabilirdik belki.

 

Kurtarılmayı bekleyen kendi hayatımıza dönerek, sevdiklerimize zaman ayırmanın vakti geldi galiba.

 

Sahte ve ruhsuz kalabalıklar yerine, bedelsiz ve diyetsiz masumane sevgiyi paylaştığımız bir dost yeter insana.

 

Aşk olsun” kelimesi ne güzel bir kelimeymiş.

 

Hz. Mevlana’nın ve diğer büyüklerin kitaba yakınlaştıkça yudumladığı iksir, meğer aşk iksiriymiş.

 

Kitaba yakın olan büyüklerime ve sevdiklerime “aşk-ı niyaz” olsun bu yazdıklarım.

 

Yeni Sakarya Gazetesi, 28 Mayıs 2008  

  

Yorumlar